20 Haziran 2017 Salı

İ B L İ S 
Hüseyin Cavid

"İblis (Şeytan)", Azerbaycan'ın büyük şairi Hüseyin Cavid'in şaheserlerinden biridir. Bu eser, Şairin insan alemine dahilen hitabeden en uğurlu eseridir. Aşağıda okuyacagınız şiir, "İblis" poeması'ndan alınmıştır. Şeytanın insanla monoloğundan bir bölümdür.

İblis!.. O böyük ad ne kadar calibi-hayret!
Her ülkede, her dilde anılmakda o şöhret,

Her külbede, keşanede, viranede İblis!
Hep Kabede, puthanede, meyhanede İblis!

Herkes beni dinler, fakat eyler yine nefret,
Herkes daha aciz kul iken, besler edavet,

Lakin beni tehgir eden, ey ablehü-miskin!
Oldukca müsellet sana, bil, nefsi-leimin,

Pençemde demadem ezilip kıvrılacaksın,
Daim ayaq altında sönüb mahvolacaksın.

Bensiz de, emin ol size rehberlik eden var:
Kan püsküren, ateş savuran kinli krallar,

Şahlar, ulu hakanlar, o çılğın derebeyler,
Altın ve kadın düşkünü divane bebekler.

Bin hile kuran tilki siyasiler, o her an,
Mezheb çıkaran, yol ayıran hadimi-edyan;

Onlarda bütün fitne ve şer, zülmü hiyanet,
Onlar duruyorken beni tehkire ne hacet!

Onlar, evet onlar sizi çiğnetmeye kafi,
Kafi, sizi gahretmeye, mehvetmeye kafi...

Ben terk ederim sizleri elan, neme lazım!
Hiçden gelerek, hiçliğe olmakdayım azim.

İblis nedir? –Cümle hiyanetlere bais...
Ya her kese hain olan insan nedir? –İblis!

21 Temmuz 2015 Salı

Sen seni bilmektir ancak Pîr’e ülfetten garaz, Noktayı fehm eylemektir ilm‐ü irfândan garaz


Sen seni bilmektir ancak Pîr’e ülfetten maksat,
İlim ve irfândan gaye noktayı anlamaktır.

İnsanın kendisini bilmesi için önce kendi hakikatini kavramış bir kişye ihtiyacı vardır. Çünkü kendi başımıza bu zor yolculuğu tamamlamamız imkansızdır. Ancak bir rehber sayesinde bu yolculuğu tamamlayabiliriz.

Nasreddin Hoca bir gün damdan yere düşmüştür. Bütün halk etrafına toplanmış ve “Hocam nasılsınız, bir doktor çağıralım mı” demişlerdir. Nasreddin Hoca “Bana doktor gerekmez, damdan düşen birini getirin benim halimden ancak o anlar” demiştir.

İşte görüldüğü gibi bir insanın halini ancak o yollardan geçmiş olan bir kimse anlar. Bu yüzden kişi kendi özünü anlamak için bir hakikat efendisine teveccüh eder. İlim ve irfanı anlamak içinde noktayı anlamak gerekmektedir ki o nokta tevhit noktasıdır. O nokta anlaşılmaz ise insan kendi özünede vakıf olamaz. Teklik noktası olan o nokta her şeyin başlangıcıdır. Dikkat ederseniz her hangi bir şey yazmak istediğinizde kalemin ucu sayfaya değdiğinde bir noktadan başlar ve yazı öylece oluşur. Her şey bir noktadan başlar.



Sen seni bilmektir ancak Pîr’e ülfetten garaz,
Noktayı fehm eylemektir ilmü irfândan garaz.
Halkı bunca Enbiyâ kim geldi dâvet eyledi,
Vahdedin sırrı bilinmektir o dâvetten garaz.
Sânii gör, günde yüzbin türlü sanat gösterir,
Kendini göstermek içindir o san’attan garaz.
Hep celâlin perdesidir küfrü isyândan murad,
Bahrı vücûdun katresidir fazl u rahmetten garaz.
Nefsini bilen erermiş bir tükenmez devlete,
“Fakru fahrî” dir Niyâzî bil o devletten garaz.

Sen seni bilmektir ancak Pîr’e ülfetten garaz,
Noktayı fehm eylemektir ilmü irfândan garaz.

Sen seni bilmektir ancak Pîr’e ülfetten maksat,
İlim ve irfândan gaye noktayı anlamaktır.

İnsanın kendisini bilmesi için önce kendi hakikatini kavramış bir kişye ihtiyacı vardır. Çünkü kendi başımıza bu zor yolculuğu tamamlamamız imkansızdır. Ancak bir rehber sayesinde bu yolculuğu tamamlayabiliriz.

Nasreddin Hoca bir gün damdan yere düşmüştür. Bütün halk etrafına toplanmış ve “Hocam nasılsınız, bir doktor çağıralım mı” demişlerdir. Nasreddin Hoca “Bana doktor gerekmez, damdan düşen birini getirin benim halimden ancak o anlar” demiştir.

İşte görüldüğü gibi bir insanın halini ancak o yollardan geçmiş olan bir kimse anlar. Bu yüzden kişi kendi özünü anlamak için bir hakikat efendisine teveccüh eder. İlim ve irfanı anlamak içinde noktayı anlamak gerekmektedir ki o nokta tevhit noktasıdır. O nokta anlaşılmaz ise insan kendi özünede vakıf olamaz. Teklik noktası olan o nokta her şeyin başlangıcıdır. Dikkat ederseniz her hangi bir şey yazmak istediğinizde kalemin ucu sayfaya değdiğinde bir noktadan başlar ve yazı öylece oluşur. Her şey bir noktadan başlar.

Halkı bunca Enbiyâ kim geldi dâvet eyledi,
Vahdedin sırrı bilinmektir o dâvetten garaz.

Halkı bunca Enbiyâ kim geldi dâvet eyledi,
O dâvetten niyet vahdetin sırrı bilinmesidir.

Allah (c.c)’ın göndermiş olduğu bütün peygamberler davetlerinde hep kulları birliğe vahdete davet ettiler. Çünkü bu dünya da birden başka bir şey yoktur.





Beş duyun olur sana perde
Gel artık kalma ara yerde
Nefsin düşürmesin seni derde
Bir olana gel, bir olana

Temizle sen özünü terk et şaşılığı
Bir olana çevir yüzünü
Gayri aç gönül gözünü
Bir olana gel, bir olana

Kesip kesafetten yüzünü
Gel bir eyle özünü
Ayrı tutma birden sözünü
Birden başka ne var âlemde

Zikir eyle bir olanı
Canda var olup canan olanı
Âlemde hep var olanı
Birden başka ne var âlemde

Sânii gör, günde yüzbin türlü sanat gösterir,
Kendini göstermek içindir o san’attan garaz.

Yaratanı gör, günde yüzbin türlü sanat gösterir,
O sanattan maksat kendini göstermek içindir.

Hak bütün tecellisi ile kendisini açığa çıkartır. Önemli olan bütün bu tecellilerin arkasındaki faili mutlak’ı görmektir. Esmadan geçip müsemmaya ulaşanlar her yerde gerçek faili görürler.



Hep celâlin perdesidir küfrü isyândan murad,
Bahrı vücûdun katresidir fazl u rahmetten garaz.

Hep celâlin perdesidir küfür ve isyândan murad,
Fazilet ve rahmeti vücûd deryasının bir damlasındandır.

Hakkın bu âlemlere tecellisi iki türlüdür. Cemal ve celal tecellileridir. Celal tecellileri şiddetli ve yakıcıdır. Cemal tecellisi ise yumuşak ve rahatlatıcıdır. Kişilerin küfrü ve isyanı celal tecelisine dayanamayışındandır. Hal bu ki Allah (c.c) celalinden ikram eder. Rahmeti ise hakkın cemal yüzüdür. O vahdeti vücut deryasından bir katredir.

Nefsini bilen erermiş bir tükenmez devlete,
“Fakru fahrî” dir Niyâzî bil o devletten garaz.

Nefsini bilen erermiş bir tükenmez devlete,
Niyâzî bil ki o devletten maksat “Fakru fahrî” dir.

“Nefsini bilen rabbini bilir” hadisi şerif

Bu nefis ki bize hakkı bildiriyor. Yani ilahi sırrın ne olduğunu bize açıklıyor. O sır hakkın zatından başka bir şey değildir. Kendisinde bir varlık bırakmayan kişi hakkın varlığını ayan olarak görür.

  
Arifin sırrında vücuttan fakr (yoksunluk) tamam olmayınca perdesiz, doğrudan doğruya Hak'kın yüzüne bakması mümkün olmaz. Nitekim yüce Allah buyurmuştur:

“O gün bazı yüzler sevinçli, rablarına nazırdır.” (Kıyamet 32)

Varlığı atmazsa, Allah Teâlâ'nın göklere ve yere arz ettiği,  onların kabulden imtina, edip sadece insanın yüklendiği vücut manetini ödememiş olur. Ve bu suretle büsbütün hıyanetten kurtulamaz. Allah Teâlâ'yı da sevmez olur. Çünkü Allah Teâlâ

“Allah hainleri sevmez” (Enfal 58) ayetiyle ifade ettiği üzere onu sevmez.

Onun gözünden perde nasıl kalksın ve nasıl Allah Teâlâ'yı görsün ki o, Hak'ın olan vücudu kendine mal etmektedir. Çünkü fakrın tamamı, Allah Teâlâ'dan başka her şeyden varlığı almaktır. Vücut kalkınca Hakk görünür. Ve hiç kaybolmaz.




6 Ekim 2012 Cumartesi


Sen seni bilmektir ancak Pîr’e ülfetten garaz, Noktayı fehm eylemektir ilm‐ü irfândan garaz


Sen seni bilmektir ancak Pîr’e ülfetten maksat,
İlim ve irfândan gaye noktayı anlamaktır.

İnsanın kendisini bilmesi için önce kendi hakikatini kavramış bir kişye ihtiyacı vardır. Çünkü kendi başımıza bu zor yolculuğu tamamlamamız imkansızdır. Ancak bir rehber sayesinde bu yolculuğu tamamlayabiliriz.

Nasreddin Hoca bir gün damdan yere düşmüştür. Bütün halk etrafına toplanmış ve “Hocam nasılsınız, bir doktor çağıralım mı” demişlerdir. Nasreddin Hoca “Bana doktor gerekmez, damdan düşen birini getirin benim halimden ancak o anlar” demiştir.

İşte görüldüğü gibi bir insanın halini ancak o yollardan geçmiş olan bir kimse anlar. Bu yüzden kişi kendi özünü anlamak için bir hakikat efendisine teveccüh eder. İlim ve irfanı anlamak içinde noktayı anlamak gerekmektedir ki o nokta tevhit noktasıdır. O nokta anlaşılmaz ise insan kendi özünede vakıf olamaz. Teklik noktası olan o nokta her şeyin başlangıcıdır. Dikkat ederseniz her hangi bir şey yazmak istediğinizde kalemin ucu sayfaya değdiğinde bir noktadan başlar ve yazı öylece oluşur. Her şey bir noktadan başlar.



Sen seni bilmektir ancak Pîr’e ülfetten garaz,
Noktayı fehm eylemektir ilmü irfândan garaz.
Halkı bunca Enbiyâ kim geldi dâvet eyledi,
Vahdedin sırrı bilinmektir o dâvetten garaz.
Sânii gör, günde yüzbin türlü sanat gösterir,
Kendini göstermek içindir o san’attan garaz.
Hep celâlin perdesidir küfrü isyândan murad,
Bahrı vücûdun katresidir fazl u rahmetten garaz.
Nefsini bilen erermiş bir tükenmez devlete,
“Fakru fahrî” dir Niyâzî bil o devletten garaz.

Sen seni bilmektir ancak Pîr’e ülfetten garaz,
Noktayı fehm eylemektir ilmü irfândan garaz.

Sen seni bilmektir ancak Pîr’e ülfetten maksat,
İlim ve irfândan gaye noktayı anlamaktır.

İnsanın kendisini bilmesi için önce kendi hakikatini kavramış bir kişye ihtiyacı vardır. Çünkü kendi başımıza bu zor yolculuğu tamamlamamız imkansızdır. Ancak bir rehber sayesinde bu yolculuğu tamamlayabiliriz.

Nasreddin Hoca bir gün damdan yere düşmüştür. Bütün halk etrafına toplanmış ve “Hocam nasılsınız, bir doktor çağıralım mı” demişlerdir. Nasreddin Hoca “Bana doktor gerekmez, damdan düşen birini getirin benim halimden ancak o anlar” demiştir.

İşte görüldüğü gibi bir insanın halini ancak o yollardan geçmiş olan bir kimse anlar. Bu yüzden kişi kendi özünü anlamak için bir hakikat efendisine teveccüh eder. İlim ve irfanı anlamak içinde noktayı anlamak gerekmektedir ki o nokta tevhit noktasıdır. O nokta anlaşılmaz ise insan kendi özünede vakıf olamaz. Teklik noktası olan o nokta her şeyin başlangıcıdır. Dikkat ederseniz her hangi bir şey yazmak istediğinizde kalemin ucu sayfaya değdiğinde bir noktadan başlar ve yazı öylece oluşur. Her şey bir noktadan başlar.

Halkı bunca Enbiyâ kim geldi dâvet eyledi,
Vahdedin sırrı bilinmektir o dâvetten garaz.

Halkı bunca Enbiyâ kim geldi dâvet eyledi,
O dâvetten niyet vahdetin sırrı bilinmesidir.

Allah (c.c)’ın göndermiş olduğu bütün peygamberler davetlerinde hep kulları birliğe vahdete davet ettiler. Çünkü bu dünya da birden başka bir şey yoktur.





Beş duyun olur sana perde
Gel artık kalma ara yerde
Nefsin düşürmesin seni derde
Bir olana gel, bir olana

Temizle sen özünü terk et şaşılığı
Bir olana çevir yüzünü
Gayri aç gönül gözünü
Bir olana gel, bir olana

Kesip kesafetten yüzünü
Gel bir eyle özünü
Ayrı tutma birden sözünü
Birden başka ne var âlemde

Zikir eyle bir olanı
Canda var olup canan olanı
Âlemde hep var olanı
Birden başka ne var âlemde

Sânii gör, günde yüzbin türlü sanat gösterir,
Kendini göstermek içindir o san’attan garaz.

Yaratanı gör, günde yüzbin türlü sanat gösterir,
O sanattan maksat kendini göstermek içindir.

Hak bütün tecellisi ile kendisini açığa çıkartır. Önemli olan bütün bu tecellilerin arkasındaki faili mutlak’ı görmektir. Esmadan geçip müsemmaya ulaşanlar her yerde gerçek faili görürler.



Hep celâlin perdesidir küfrü isyândan murad,
Bahrı vücûdun katresidir fazl u rahmetten garaz.

Hep celâlin perdesidir küfür ve isyândan murad,
Fazilet ve rahmeti vücûd deryasının bir damlasındandır.

Hakkın bu âlemlere tecellisi iki türlüdür. Cemal ve celal tecellileridir. Celal tecellileri şiddetli ve yakıcıdır. Cemal tecellisi ise yumuşak ve rahatlatıcıdır. Kişilerin küfrü ve isyanı celal tecelisine dayanamayışındandır. Hal bu ki Allah (c.c) celalinden ikram eder. Rahmeti ise hakkın cemal yüzüdür. O vahdeti vücut deryasından bir katredir.

Nefsini bilen erermiş bir tükenmez devlete,
“Fakru fahrî” dir Niyâzî bil o devletten garaz.

Nefsini bilen erermiş bir tükenmez devlete,
Niyâzî bil ki o devletten maksat “Fakru fahrî” dir.

“Nefsini bilen rabbini bilir” hadisi şerif

Bu nefis ki bize hakkı bildiriyor. Yani ilahi sırrın ne olduğunu bize açıklıyor. O sır hakkın zatından başka bir şey değildir. Kendisinde bir varlık bırakmayan kişi hakkın varlığını ayan olarak görür.

  
Arifin sırrında vücuttan fakr (yoksunluk) tamam olmayınca perdesiz, doğrudan doğruya Hak'kın yüzüne bakması mümkün olmaz. Nitekim yüce Allah buyurmuştur:

“O gün bazı yüzler sevinçli, rablarına nazırdır.” (Kıyamet 32)

Varlığı atmazsa, Allah Teâlâ'nın göklere ve yere arz ettiği,  onların kabulden imtina, edip sadece insanın yüklendiği vücut manetini ödememiş olur. Ve bu suretle büsbütün hıyanetten kurtulamaz. Allah Teâlâ'yı da sevmez olur. Çünkü Allah Teâlâ

“Allah hainleri sevmez” (Enfal 58) ayetiyle ifade ettiği üzere onu sevmez.

Onun gözünden perde nasıl kalksın ve nasıl Allah Teâlâ'yı görsün ki o, Hak'ın olan vücudu kendine mal etmektedir. Çünkü fakrın tamamı, Allah Teâlâ'dan başka her şeyden varlığı almaktır. Vücut kalkınca Hakk görünür. Ve hiç kaybolmaz.

http://niyaziimisri.blogspot.com.tr/2012/10/derman-arardm-derdime-derdim-bana.html

Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş, Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş


Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,
Bürhân  sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.

Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,
Delil sorardım aslıma aslım bana delilmiş.

Dert zahiren sıkıntı ve zorluk demektir. Her işi bir hikmet üzerine olan hakkın işlerini bizler şer olarak adlandırmak ile kendi gafletimizi ortaya koymaktayız. Sonsuz hayır sahibi olan Allah (c.c) kullarına zulüm edici değildir.Bizler kendi nakıslıklarımızla sıkıntıları dert olarak adlandırıp bir üzüntü ve ümitsizlik içerisine düşeriz.
Halbuki hakkın bütün tecellileri kullarını kemalata çekmek içindir. Bizler kıt olan anlayışımızla bunu anlayamamaktayız.Ancak arif olanlar bir efendiye bende olan kişiler eğer tam olarak teslim olurlarsa her tecellide hakkı seyir edip hiç bir şeyden mahzun olmazlar.




Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,
Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.
Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü,
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.
Öyle sanırdım ayriyem dost gayrıdır ben gayriyem,
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.
Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin,
İnsânı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş
Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş.
Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’alyakîn,
Mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş.
Her mürşide dil verme kim yolun sarpa uğratır,
Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş
Anla hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur,
Âlem kamû bir yüz dürür gören anı hayrân imiş.
İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün,
Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş

Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,
Bürhân  sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.

Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,
Delil sorardım aslıma aslım bana delilmiş.

Dert zahiren sıkıntı ve zorluk demektir. Her işi bir hikmet üzerine olan hakkın işlerini bizler şer olarak adlandırmak ile kendi gafletimizi ortaya koymaktayız. Sonsuz hayır sahibi olan Allah (c.c) kullarına zulüm edici değildir.Bizler kendi nakıslıklarımızla sıkıntıları dert olarak adlandırıp bir üzüntü ve ümitsizlik içerisine düşeriz.
Halbuki hakkın bütün tecellileri kullarını kemalata çekmek içindir. Bizler kıt olan anlayışımızla bunu anlayamamaktayız.Ancak arif olanlar bir efendiye bende olan kişiler eğer tam olarak teslim olurlarsa her tecellide hakkı seyir edip hiç bir şeyden mahzun olmazlar.

Elâ inne Evliya Allahi Lâ havfün aleyhim velâhüm yahzenun” Yunus 62

“Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.”

Bu ayeti kerimede de görüldüğü gibi onlar her hali ile hakkı tanırlar. Bu yüzden hiçbir şeyi dert olarak adlandırmazlar.

Batını olarak dert ise Allah (c.c) derdidir. Onun veçhini görmek için aşık dert çeker. Ve derman yine kendisindedir. Çünkü insan bu dünya ya gönderilirken sır ile gelmektedir. O sır hakkın zatıdır.
Kendi iç dünyasına nazar edip orada hakkı gören kullar dertlerine derman bulmuş olurlar.

Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü,
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.

Sağ ve solumu gözler idim dost yüzünü görmek için,
Ben dışarıda arar idim ol cân içinde cân imiş.


Kullar kendi akılları ile kafa gözleri ile hakkı göreceklerini zannederler. Bu sebeple sağa ve sola, yukarı bakmaktadırlar. Ancak bu boşa bir çabadan başka bir şey değildir. Hak insanın içerisinde kalp aynasından yansıması ile görünür. Ve şunuda unutmamak lazımdır ki Hakkı ancak Hak görür.

Öyle sanırdım ayriyem dost gayrıdır ben gayriyem,
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.

Öyle sanırdım ayriyem dost başkadır ben başkayım,
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.

Tevhit ehli olmayan kullar daima ikiliktedir. Yani kendisi var, annesi, babası var birde Allah (c.c) var diye zanda bulunur. Hal bu ki hepsinin özü tek olan Allah (c.c) tır. Bunu ancak tevhit zevki ile müşahede eden kullar bilir. Çünkü onlar bu alemde ne yöne baksalar her yerde O’nu görürler. İkilik gafletin göstergesidir. Bunu da ancak bir hakikat efendisine bende olarak aşabiliriz. Kul kendi fiillerinde, sıfatlarında ve mevcudatında fena bulursa bunların hepsinin sahibinin hak olduğunu görür. Görmekle de kalmayıp göreninde o olduğunu yine onun şuhudu ile bilir.









Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin,
İnsânı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş

Oruç, namaz ve hac ile sanma biter zâhid işin,
İnsânı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş

Oruç, namaz ve hac gibi ibadetlerin küçümsenmesi yoktur bu dizelerde. Bazı kişiler hemen bu amellerin boş olduğunu zannedip bu ibadetleri terk eder. Ancak burada hakka vasıl olmak için bu ibadetlerin yeterli olmayacağını, bununla beraber tevhit irfaniyetinin olmasınında lüzumu vurgulanmaktadır. Çünkü tevhit irfaniyeti ile kul ikilikten kurtulmadığı sürece yaptığı ibadetler tam manası ile kemal bulmaz. Çünkü kamil bir insan olmak için önce şirkten geçip tekliğe ulaşmak gerektir.

Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş.

Nereden gelir yolun senin ya nereye varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş.

Kul bu dünaya nereden ve neden geldiğini bilmez ise kendisine yüklenen ilahi sırrın farkında olmadan geldiği yere geri döner. Bizler sadece hislerden müteşekkil varlıklar değiliz. Yani sadece yemek içmek ve üremek için bu dünya ya gönderilmedik. Çünkü bu özelliklerin hepsi hayvanlarda da vardır. Bizi onlardan ayıran yegane şey ilahi sırdır.
O da herkeste buluanan hakkın zatıdır. Bu ilahi bilinci bulmadan ve bilmeden geri gidenler hayvan hükmündedir.

Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’alyakîn,
Mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş.

Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’alyakîn,
Mürşidi olmayanların bildikleri şüpheli imiş.

Kişinin Hakkı bütün tecellileri ile tanıması için bir hakikat efendisine bende olması şarttır. Çünkü bir efendiye varılmaz ise kul nakıs olarak geri döner. Hakikat efendisine varmayan kişiler daim olarak gizli şirkte ve suret ibadetindedir. Çünkü ibadetin özüne vakıf değildirler. Ortada bir benlik olduğu sürece de bu böyle devam edecektir. Kişi ancak bir hakikat efendisinin eğitimi ile kendisinin de hakikatinin haktan başka bir şey olmadığını anlar.

Her mürşide dil verme kim yolun sarpa uğratır,
Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş

Her mürşide gönül verme kim yolun sarpa uğratır,
Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu kolay imiş

Her ben efendiyim diyen kişiye gönül verme dolanıp durur ve zaman kaybedersin. Çünkü tarikatta olan ve kendilerini hakikat ehli olarak tanıtan kişiler etrafına öğrenci toplar.


 Daha sonra nefis mertebelerinde öğrencilerini senelerce oyalar ve öğrenciye günlük tespihatlar vererek onları oyalar ve kendisine isabet eden iyilikleri efendisinden bilmesini ister ve bir kötülük dokunduğunda ise onu derslerini eksik yaptığında öğrenciye yükler. Böylece kendisi de öğrencileri ile birlikte nakıs olarak hakka geri dönerler. Hak efendisi bir öğrenciye üç şeyi sevdirir. Öncelikle Allah (c.c)’ı sevdirir. Sonra Resul’ü sevdirir ve sonra bütün tecellileri ile bu hayatı sevdirir. Kendilerini rabıta ettirmezler. Ve öğrencilerini efendiye hediye alma yarışına sokmaz. Hiçbir öğrencisini diğerine tercih ettiğini açıklamaz. İşte böyle bir efendiye bende olanlar hakkı bulurlar. Yolları gayet düz olur ve maksatlarına çabuk ulaşırlar.

Anla hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur,
Âlem kamû bir yüz dürür gören anı hayrân imiş.

Anla hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur,
Âlem hepsi bir yüz dürür gören anı hayrân imiş. 

 Anla ki efendinin sözleri birlikten başka bir şey değildir. O daim olarak hakkı anlatır. Ve bu alemde görünenin haktan başka bir şey olmadığını telkin eder. Kim O’nu bütün yüzlerden izler ise bu hakikate hayran olur.

İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün,
Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş

İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün,
Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere gizli imiş

Hakikat efendisinin sözünü işit ki hak bütün cihanda ayandır.
 Ondan başka bir nesne yoktur. Bunu ancak tevhit irfaniyeti ile görebilirsin. Çünkü avam Allah (c.c) görülmez der. Fakat hakikat ehline her an ayandır. 

6 Eylül 2014 Cumartesi

BEBEĞİME

İşte sensiz bir akşam daha bitiyor,
Sensiz batıyor güneş ufuklarda. 
Yine sensiz seyrediyorum , Yıldızları .
Koşup gelemiyorum yanına bebeğim.........KULSANCAR.İSTANBUL

6 Mayıs 2014 Salı

Əhməd Cavadın anadan olmasından 122 il ötür
Məhəmməd Əmin Rəsulzadə yazırdı: "Bolşeviklərin qarşılaşdığı ən böyük çətinlik ədəbiyyat sahəsində idi”

Şair-tərcüməçi, Azərbaycan dövlət himninin banisi Əhməd Cavadın anadan olmasından 122 il ötür. O, 1892-ci il mayın 5-də Gəncə qəzasının Şəmkir dairəsinin Seyfəli kəndində anadan olub. Gəncə ruhani seminariyasında, Azərbaycan Pedaqoji İnstitutunun tarix və filologiya fakültəsində təhsil alıb. Quba Xalq Maarif şöbəsinin müdiri (1920-1922), Gəncədə Azərbaycan Kənd Təsərrüfatı İnstitutunda Azərbaycan və rus dilləri kafedrasında müəllim, dosent, kafedra müdiri (1930-1933), Azərbaycan Dövlət Nəşriyyatının tərcümə şöbəsində redaktor (1934), "Azərbaycanfilm" studiyasında sənədli filmlər şöbəsinin müdiri (1935-1936) işləyib.
Şeirləri 1913-cü ildən çap olunub. 1916-cı ildə "Qoşma" adlı ilk kitabı, 1919-cu ildə isə "Dalğa" adlı kitabı, "İstiqlal uğrunda" kitabı isə 1928-ci ildə İstanbulda buraxılıb. 1914-cü ildə I Dünya müharibəsinə gedən Əhməd Cavad Qara dənizi görərək Türkiyənin ikinci himni, hərbi marşına çevrilən "Çırpınırdı Qara dəniz" şerini yazır.
O, Şekspirin "Otello", "Romeo və Culyetta", Şoto Rustavelinin "Pələng dərisi geymiş pəhləvan" əsərlərini dilimizə tərcümə edib. 1937-ci ildə şair həbs edilib, dəhşətli işgəncələrə məruz qalıb, güllələnib.
Həbsdən sonra şair haqqında çoxlu "ifşaedici" yazılar yazılıb:

Armağanım yaslı nəğmə,
Bir quş oldum, çıxdım yola.
Getdim gördüm dost elində
Nə bir səs var, nə bir layla...

1914-cü ildə Əhməd Cavad "Çırpınırdı Qara dəniz" şeirini yazır. Məşhur şerin son bəndi belə bitir:

Dost elindən əsən yellər
Mənə şeir, salam söylər.
Olsun bizim bütün ellər
Qurban Türkün bayrağına.

1918-ci ildə şair türk ordusu ilə Bakıya qədər gəlir, Bakının Yasamal dağındakı səngərlərdə düşmənlə vuruşur.

Atıldı dağlardan zəfər topları,
Ey hərbin taleyi bizə yol ver, yol.
Sən ey coşan dəniz gəl Türkə ram ol...

Onun "Qalx" adlı şerində ulusal ruha böyük inam ifadə olunur:

Qalx, qalx sarmaşıqlı məzar altından
Gəlmiş ziyarətə qızlar, gəlinlər.
Ey karvan keçidi, yollar üstündə
Hər gələn yolçuya yol soran əsgər.
Qovduqların sənin yabançı xanlar
Qurtardı ölkəmi tökdüyün qanlar.
Bax, nasıl öpməkdə tozlar, dumanlar
Qərib məzarını, mənlə bərabər.

Araşdırmaçı Qərənfil Dünyaminqızının fikrincə, ədəbiyyatımızda elə yaradıcı şəxsiyyətlər, ictimai-siyasi xadimlər olub ki, onların keçdiyi ömür yolu, həyat tərzi, yaradıcılığı haqqında dəfələrlə yazılsa belə azdır. Çünki onlar bütün varlığı ilə Vətəninə, millətinə, onun azadlığına bağlı idilər. Belə söz sahiblərindən biri də vətənpərvər, millətsevər, azadlıq şairi olan Əhməd Cavaddır: "Dəhşətli 37-nin qurbanı olmuş, uzun illər yaradıcılığına qadağalar qoyulmuş Əhməd Cavadın yalnız Azərbaycanın deyil, böyük türk dünyasının, Turan elinin şairi olduğunu zaman təsdiq etdi. Qaranlıqlar işıqlandı, sular duruldu, zaman axarına düşdü. Əhməd Cavad poeziyası, lirikası yenidən ədəbiyyatımızda bərq vurdu. Əsərlər yazıldı, kitablar çap olundu. Belə kitabların biri də "Əhməd Cavadın yaradıcılıq yolu" adlanır. Kitabın müəllifi filologiya üzrə fəlsəfə doktoru Rəhman Salmanlıdır. Azərbaycan Xalq Cümhuriyyəti dövründə "istiqlal şairi" adı qazanmış Əhməd Cavad yaradıcılığına, poeziyasına həsr olunan bu sanballı əsər ilk sözündən son sözünə kimi şairin söz-sənət dünyasından oxucunu hali edir. Nadir istedada, fitri zəkaya malik olan Ə.Cavad poeziyasının sənətkarlıq xüsusiyyətləri, rəngarəngliyi müəllif tərəfindən ustalıqla açılır, təhlil edilir. Hər sözündə, kəlamında böyük Turan ellərinə sonsuz sevgisi, sayğısı olan Əhməd Cavadın uşaqlıq illərindən ömrünün son günlərinə kimi keçdiyi həyat və yaradıcılıq yolu geniş şəkildə əks etdirilib. Müəllif Əhməd Cavad yaradıcılığına yüksək qiymət verən M.Ə.Rəsulzadə, H.Baykara, Ə.Səfəroğlu, M.B.Məhəmmədzadə kimi tədqiqatçıların əsərlərinə, fikirlərinə istinad edib. Azərbaycan ədəbiyyatının, poeziyasının say-seçmə söz, sənət sahiblərindən olan Əhməd Cavad yaradıcılığa tarixin həm ziddiyyətli, həm də mürəkkəb dövründə gəlib. Lakin yaradıcılığının ən məhsuldar, çiçəkləndiyi dövr Azərbaycan Xalq Cümhuriyyəti dövrünə təsadüf edir. Bu illərdə şair bütün varlığı ilə yazıb-yaradıb, cümhuriyyətin ideyalarını tərənnüm edib. Ona görə də bu illər onun yaradıcılığında çox böyük və müstəsna əhəmiyyətə malikdir. Heç də təsadüfi deyil ki, cavadşünaslar bu illəri "Əhməd Cavad yaradıcılığının zirvəsi, kulminasiya nöqtəsi" adlandırırlar. Bütün varlığı ilə azadlığa can atan, türk dünyasının təəssübkeşi olan şair istiqlal mübarizəsini son ana kimi davam etdirib, bu yolda olmazın əzablara, əziyyətlərə, məşəqqətlərə məruz qalsa da, amalından dönməyib. Əsərdə Əhməd Cavadın yaradıcılıq uğurları ilə yanaşı, Azərbaycan Xalq Cümhuriyyətinin süqutundan sonra millətçi, pantürkist, müsavatçı damğası ilə zindanlarda, həbslərdə çəkdiyi dəhşətli işgəncələr də oxucuya geniş şəkildə çatdırılır".
1920-ci il 28 aprel işğalından sonra Rusiya Azərbaycanda illərlə kütləvi həbslər apardı, dəhşətli qətllər, qarətlər törətdi. Bu, Stalinin amansız repressiya maşınının bütün gücü ilə işə düşdüyü zamanlarda daha da tüğyan etdi. 1937-ci ildə zərbə daha çox xalqın ədəbiyyat adamlarına dəydi. İmperiya əlindən gələn etdi ki, xalqın ruhunu tamamilə sarsıtsın. 30-cu illərdən başlayaraq rəsmi Moskva ədəbiyyat adamları arasında özünə carçılar axtarmağa başladı. Bu ideyaya tabe olmayanların məhvi planını məharətlə hazırladı və həyata keçirdi. Ancaq heç bir zaman əsl ədəbiyyat zamana tabe olmayıb. Di gəl ki, 1917-ci ildən sonra Rusiya imperiyasının varisi olan SSRİ sosializm adı altında yeni imperiyaçılıq siyasəti yürütməklə əslində yazıçıların "saqqızını oğurlaya bildi". Hətta zaman səviyyəsini aşmağa qüdrəti çatacaq nəhəng simalar belə sovet ideyalarının "vurğunu" oldular. Hər halda bu paradoksallıq araşdırılmalı, təkcə ədəbi fakt kimi yox, əslində dərin köklü ictimai faktor olaraq təhlil edilməli, bəşərin sabahı üçün dərs səviyyəsində bir qənaətə gəlinməlidir. Azərbaycanda sovet hakimiyyəti qələbə çaldıqdan sonra yazıçıları kütləvi şəkildə sovet ideologiyası mövzusunda yazmağa məcbur etdilər. Hər halda 37-ci il yaradıcı adamların ürəyində və ağlında elə dəhşətli xof yaratdı ki, bu gün də həmin xof ürəklərdən çıxmayıb. Hə qədər acı səslənsə də, bu, gerçəklikdir. 37-ci il repressiyaları zamanı biri-birlərini satanlar, xəyanətlər selində insanların halsızlığı, imperiyanın mütləq hakimliyi bütün aydınlığı ilə göründü, bilindi. Mikayıl Müşviqlərin Məmməd Rahimlər tərəfindən basqılara məruz qalması, müxtəlif adlarla çağırılması, bunun ictimaiyyətə hay-küylə təqdim edilməsi, onların həbsi üçün imkan yaratmış oldu. Ədəbiyyat adamlarının 1937-ci ilin oktyabrında başlanan kütləvi həbsləri dəhşətli xofun yeni, daha qanlı mərhələsi oldu. 1937-ci il oktyabrın 12-dən 13-nə keçən gecə Azərbaycanın tanınmış yaradıcı adamları Əhməd Cavad, Bəkir Çobanzadə, Böyükağa Talıblı, Vəli Xuluflu, Məmmədkazım Ələkbərli, Hənəfi Zeynallı, Xalid Səid Xocayev qətlə yetirildi. Vətən tariximiz keşməkeşlərlə doludur. Azərbaycanın işğalından sonra müxtəlif ölkələrdə ağır mühacirət həyatı yaşamağa məcbur olan Məhəmməd Əmin Rəsulzadə yazırdı: "Bolşeviklərin qarşılaşdığı ən böyük çətinlik ədəbiyyat sahəsində idi. Onlar Azərbaycanda "proletar mədəniyyəti"ni bərqərar etmək istəyirdilər. Qısaca "proletkul" adlandırılan bu formulun mənası "formaca milli, məzmunca kommunist" olan bir ədəbiyyatdır. Ancaq bolşeviklər bu arzularına heç cür çata bilmirdilər. Çünki bu iş üçün hazırlanmış kadrlar yox idi. Məktəb kimi ədəbiyyat da uzun müddət kommunizmə yabançı olan ideoloqların təsiri altında qaldı. 1937-ci ilə qədər bu sahədəki əsl hakimiyyət "inqilabdan" əvvəlki qələm sahiblərinin əlində idi. Bu iddianı təsdiq edən dəlil və hadisələr "Çağdaş Azərbaycan ədəbiyyatı" mövzusunda oxuduğumuz məruzədə danışıldığından burada təfsilata varmayaraq yalnız sovet ədəbiyyatından mövzuya aid olan bir neçə sətri nümunə gətirəcəyik..." M.Ə.Rəsulzadə daha sonra yazır ki, 1929-cu ilin 5 oktyabr tarixli Bakıda çıxan "Kommunist" qəzetində o zamankı maarif nazirinin yazıçıların qurultayındakı çıxışında belə məqama rast gəlinir: "Azərbaycan işçiləri arasından çıxan şair və yazıçıların sayı gündən-günə artmaqdadır. Yazıçıların bu nəslinin "Müsavat" dövründə xəbəri yoxsa da, yenə Cavadın (milli şair Əhməd Cavad nəzərdə tutulur - M.Ə.Rəsulzadə) milli məktəbi təsirinə düşür və milli Azərbaycan ruhunda ədəbiyyat yaradırlar. Həticədə Azərbaycanın gənc yazıçıları uydurulmuş rus təhlükəsinə qarşı çıxır və "Bağımsız Azərbaycan" şüarını idealizə etməyə başlayırlar. Almas (Almas İldırım - M.Ə.Rəsulzadə), Əbdül, Müşviq (Mikayıl Müşviq), Hüseynzadə. Bunlar bir-bir millətçi olaraq proletar Yazıçılar İttifaqından və Kommunist Partiyasından çıxırlar. İndi isə Cavadla birlikdə üçrəngli Azərbaycan bayrağını tərənnüm edirlər".
Mərhum araşdırmaçı, şair Rəhman Babaxanlı Azərbaycan ədəbiyyatının repressiya dövründə göstərdiyi hünərlərə görə onun rəşadətindən daim bəhs edilməli olduğunu bildirirdi: "İstəyirəm ki, Azərbaycan ədəbiyyatına münasibət bildirən hər bir ziyalı repressiya dövrünə qiymət verəndə M.Ə.Rəsulzadənin fikrini xatırlasın. Gənc nəsil o insanların gözlərində, ürəklərində qalan arzularını böyütməlidirlər. Belə obrazlar bizə lazımdır. Bu tarixi xüsusən gənclərimiz yaxşı bilməlidirlər. Hər halda bu tarixə hələ də laqeydlik var".

Uğur

4 Mayıs 2014 Pazar

                                         
                                                                   İBRAHİM SANCAR  (KULSANCAR)                    

14 Nisan 2014 Pazartesi

TÜRK TARİHİ: ALİBEY HÜSEYİNZADE

TÜRK TARİHİ: ALİBEY HÜSEYİNZADE:                                                         Mensubu olduğu milletin sevgisini yüreğinde taşıyan insanların yaşadığı coğrafyanın...

26 Ocak 2011 Çarşamba

Yavuz Sultan Selim'in Hanımları ve Çocukları


Yavuz Sultan Selim'in Hafsa Sultan adlı hanımı, güzelliğiylede bilinen başkadınıdir. Kaanuni Sultan Süleyman'ın annesi olduğu gibi kızlarının da annesidir demektedir Çağatay Ulu-çay. Bu hususda Oztuna ise, Ayşe Hafsa Sultan olarak tanıtır ve Yavuz Selim'le izdivacını 1494'de Trabzonda yaptığını ifa­de eder. Hatice, Fatma ve Hafsa sultan hanımları doğurmuş olduğu gibi Kaanuni Sultan Süleyman'ın da validesi olduğu­nu, Vâlidesultan'lık da yaptığını ilâve eder. 1520'de başla­yan, vâlidesultanlik dönemi kendisinin 1534'deki vefatıyla sona erer ve kocası Yavuz Selim'in türbesinin yanına defnolunur, oğlu Kaanunide annesine birtürbe yaptırır. Bu türbe; 1892 İstanbul'da şiddetle hissolunan zelzelede yıkılmıştır. Üluçay, Hafsa Sultan'ın kocasına yazdığı mektuplardan Ya­vuz'un başka hanımları olduğunu ortaya koyuyor. Edirne'ye yakın, Hafsa kasabasını ihya etmiş olup adı verilmiştir. Ayrı­ca bir de külliye yaptırmıştır.

Tarihçi Âli; Yavuz'un şehzadeli­ğinde câriyeleriyle vakit geçirdiğini bunların içinde adı bilin­meyen birinden, oğlu olduğunu ve meşhur üveys Paşanın, Yavuz Selim'in oğlu olduğunu bizzat Yavuzun açıkladığını kaydeder. Kaanuni, bunu bildiği içinde Üveys Paşaya, daima muhabbetli davranmıştır ve başkentten de uzak tutmuştur. Çünkü; Yavuz Selim'e o kadar benziyordu ki bunun sıkıntıya sebeb olabileceğini kestirmekteydi. Yavuz Selim'in diğer bir hanımı Tatar Hânı Mengli Giray'ın kızı olan Ayşe hanımdır.

Yavuz'un kızlarının, Beyhan ile Şahsultan adlı kızları bu hanımından doğdular.

Yavuz Selim'in kızlarına gelince Öztuna yedi kızı olduğu­nun tafsilatını verirken, buna üluçay sayı olarak altıyı verir ve Gevherhân sultanda ittifak edemezler ve Öztuna'nın yedi­si burdan doğmaktadır. Gevherhân Sultan 1494'de doğmuş­tur. 1509'da İsfendİyaroğuüarından Sultanzâde Mehmed Bey'le izdivaç yapmıştır.

Bu zât Çaldıran'da 1514'de şehid olmuştur. Hadice hanım sultan 1496'da doğdu. 1582'de İstanbul'da vefat etmiştir. 1505 yılında İskender Paşa ile evlenmiştir. Daha sonra da Makbul İbrahim Paşa ile 2. izdivacını yapmıştır. Vefatında Sultanselim camiinde şehzadeler türbesine defnolundu. Bey­han Sultan; Yavuz Selim'in, Tatar hân'ının kızı olan hanımın­dan Ayşe hatundan dünya'ya gelmiştir. Ferhad Paşa İle ev­liydi. 1559'dan önce ölmüştür. Fatma Sultan ilk eşini bizzat kendisi boşamıştır. 2. evliliğide Dukakinzâde Ahmed Paşa ile vukubulmuştur. 1555'de, Dukakinzâde idam olunduğundan 3. evliliğini Damad Hadim İbrahim Paşayla yaparak Duka-kinzâde'nin idamına çok üzüldüğünden bu evliliği hatır evlili­ğiydi. Hafsa Sultan; Saray üniversitesi denilen Enderundan yetişen İskender beyle İzdivaç yaptı. Kocası 1515'de idam olununca bu hanım bir daha evlenmedi ve 1538'de vefat et­miştir. Doğum tarihi ve başka bilgiler mevcud değildir.

Şah sultan, Devletşahî Sultan olarak da anılmaktadır. Lüt­fü Paşa ile evlenmiştir. Kaanuni; Lütfü Paşanın kardeşine yaptığı muameleye pek üzülüyordu. Sonunda boşandılar. Sadnazamlıktanda atılmış oldu Lütfü Paşa. Bu hanımsultan 980/1572'de vefat etdi. Yavuz Selimin türbesinin yanandaki türbeye defnolunmuştur.

Hanım hatun'unsa; sadece vezir Çoban Mustafa Paşa ile izdivaç yaptığına jdak bilgi mevcuddur. Yavuz Selim'in oğullarına gelince; üveys Paşayı da dâhil edecek olursak, Kanuni Sultan Süleyman, Şehzade Orhan, Şehzade Musa ve Şehzade Korkut'Ia birlikte beş oğlu dünyaya gelmiştir. Ya­vuz'un ölümünde yalnız Kaanuni hayattaydı ve diğerleri de küçük yaşlarda vefat etmişlerdi.

Anket

Tarih Sayfası'nı hangi amaç için ziyaret ediyorsunuz?:

Son yorumlar